YAŞAM

Uygarlık, tuğlayla değil kültürle örülür

'Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.' Mustafa Kemal Atatürk. Önderimiz her zaman bizlere gelecek nesillere yol göstermiştir. Bu vesileyle tekrar Ata'mızın huzurunda saygıyla eğiliyorum.

Hepimizin en önemli bayramlarından birisi olan 'Cumhuriyet Bayramı'nı kutluyorum. Bu hafta Atatürkçü Düşünce Derneği'nin (ADD) değerli üyeleri tarafından bana ulaşan yayınlar için öncelikle ADD'ye gönül veren herkesi sevgi ve saygıyla kucaklıyorum.

ADD Genel Yönetim Kurulu Üyesi Aydın Esen'in 'Kişisel Gelişim ve Toplumsal Kalkınmada Sanatın Yeri ve Önemi' üst başlığı ile 'Sanat ve Cumhuriyet' başlığı ile paylaştığı yazıyı sizlerle paylaşıyorum, 'Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda 3 alanı düzenleme ve yapılandırma ile karşı karşıya kalmıştır. Bu yapılanma süreci içinde kültür ve sanatın başat konumda olduğunu, Atatürk'ün 'Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür.' sözü göstermektedir. Yoksul, cahil ve 'kul' olan Anadolu insanını yurttaş-vatandaş bilincine kavuşturmak için eğitim başta olmak üzere her alanda tutarlı, istikrarlı ve sürekli düzenlemeler yapılmıştır. Okur-yazar olmanın birey olmakta yeterli olmadığını bilen kurucu kadrolar aydınlanmayı kırsal alana taşıyacak kurumsal bir örgütlenmeyi yani Halkevleri'ni yaygınlaştırmışlardır. Bu suretle sanat ve kültür etkinliklerinin halkın içinde bireylere temas halinde olması sağlanmıştır. Cumhuriyet aynı zamanda 'ümmet'ten 'ulus'a geçişi sağlamak, ortak toplumsal değerlerin yapılandırılması ve tasada-kıvançta ulus duyarlılıklarının geliştirilmesinde sanatın yeri ve önemini çok iyi kavramıştır. Ulus bilincinin oluşturulmasında sanata verilen özel önem Atatürk'ün 'Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir sözlerinde ifadesini bulmuştur. Yeniden örgütlenen Türk devleti bu yapılanma içinde de sanata özel önem vermiştir. Sanat eğitimi, müzeler, sanatçıların desteklenmesi özenle gözetilmiştir. '

Zira sanat, toplumun nabzını tutar; geçmişle gelecek arasında köprü kurar. Cumhuriyet'in sanat anlayışı, bireyin özgür düşünceye sahip olmasını, eleştirel bakabilmesini ve yaratıcı düşünebilmesini hedeflemiştir. Cumhuriyet Bayramı, yalnızca bir devletin yönetim biçiminin değişimini değil; bir milletin düşünme, üretme ve kendini ifade etme biçiminin yeniden inşasını simgeler. 29 Ekim 1923'te temelleri atılan Türkiye Cumhuriyeti, sadece siyasi bir devrim değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal bir uyanışın adıdır. Bu uyanışın en güçlü taşıyıcısı ise hiç kuşkusuz sanattır. Bugün Cumhuriyet'in 102. yılını kutlarken, bizlere düşen görev; sanatın ve kültürün ışığını yeniden ve sürekli olarak parlatmaktır. Çünkü sanat, yalnızca geçmişin mirası değil, aynı zamanda geleceğin de güvencesidir. Cumhuriyet'in temel değerlerini korumanın, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmanın ve özgür bir toplum olarak var olmanın yolu, sanatla nefes alan bir ulus olmaktan geçer.

Cumhuriyet Kültürü

Neden Önemlidir?

ADD Kültür Kurulu

'Kültür ve sanatın itici gücü müzik, tiyatro, sinema, edebiyat, şiir, roman, resim, heykel, seramik gibi alanlarda da toplumsal dönüşüme, uygarlaşma büyük katkı sundu. Yaratılan eserler fabrikalarda işçilerle, okullarda öğrencilerle alanlarda ve Halkevleri'nde halkla buluştu. Kültür ve sanat rüzgarları coşku ve heyecan yarattı; ulusu birleştirdi; emeğin gücü oldu; sevgi ve dayanışmayı arttırdı. Kültür insanlarımız, sanatçılarımız eserleriyle nitelikli Cumhuriyet yurttaşının yetişmesinde etkili oldular. Bunun yanı sıra çağının saygı duyulan insanları arasında yer alıp, ülkemizin tanıtımında da önemli roller üstlendiler' sunuşuyla 'Cumhuriyet Kültürü Neden Önemlidir?' kitabıyla Atatürkçü Düşünce Derneği, okurlarla buluşuyor. 'Sanat, Müzik ve Atatürk', 'Kişisel Gelişim ve Toplumsal Kalkınmada Sanatın Yeri ve Önemi', 'İnsanlığın Yaratısı Kültür, Toplumcudur', 'Türkiye'nin Sanat Hayatına İlişkin Notlar', 'Cumhuriyet Kültürü', 'Cumhuriyet Kültürünün İçeriği ve Ereği Nedir?', 'Cumhuriyet Kültürünü Savunmak' ve 'Özgürlük, Bağımsızlık, Laiklik ve Kültür Yolculuğu Cumhuriyet' başlığı altında farklı farklı yazılardan oluşan kitabın sonuç kısmı çok vurucu. 'Cumhuriyet'in kültür yoluyla halkını eğitme yöntemleri halen geçerli bir reçetedir. Sanatın erişilebilir olması ilk olarak ele alınması gereken bir konudur. Bu noktada yerel yönetimlere, ADD, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi demokratik kitlelerini, sanatla buluşturmanın yollarını aramalı, her demokratik kitle örgütü şubesi, birer Halkevi örneği gibi çalışmalıdır. Sanatın gelişmesi için görev bilinci ile yerel sanatçıları ve yerel sanatı desteklenmelidir. O halde gerek Gençliğe Sesleniş'te, gerek Bursa Nutku'nda söylendiği gibi, ulaşılması çok güç, hatta olanaksız koşullar, karanlıklar içinde olsak dahi, Cumhuriyet kültürünü yaşatmak için ümidimizi asla kaybetmeden, Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı gibi yaşamımız boyunca mücadeleden asla vazgeçmemeliyiz' diyerek adeta bir yol haritası çizilmiştir.

Ellerinle Bana Baharlar Getir

Hilal Şimşek Yiğit

Yazar Hilal Şimşek Yiğit'in kaleme aldığı 'Ellerinle Bana Baharlar Getir' kitabı Destek Yayınları'yla kitapseverlerle buluştu. Sevgili Yiğit'i bir kez daha kutluyorum. Ve sizleri kitap ile benim de ufak yorumlarımla baş başa bırakıyorum:

Hayat, çoğu zaman insana beklenmedik savaşlar açar. Kimi insan bu savaşların ağırlığı altında ezilir, kimisi ise küllerinden yeniden doğar. Yılmaz Yiğit'in hikâyesi, bu ikinci yola adım atanların destanıdır. O, sadece cephede değil, hayatın kendisine karşı da savaşan bir askerdi.

Vatan sevgisiyle yola çıkan Yılmaz, genç yaşında askerlik mesleğini bir yaşam biçimine dönüştürdü. Görevi, inancı ve sorumluluk duygusu onun en büyük silahıydı. Ancak bir gün, ülkesini savunurken yaşadığı patlama hayatını altüst etti. İki kolunu, bir bacağını ve bir gözünü kaybettiğinde, birçok insanın umudu tükenecek, hayalleri yarım kalacaktı. Fakat Yılmaz'ın içindeki ateş sönmedi. Doktorların 'bir daha yürüyemezsin' dediği o an, onun için sadece bir başlangıçtı. Her adımı acıyla yoğrulmuş, her nefesi mücadeleyle dolu bir yeniden doğuş süreci başladı. Gün be gün, kendi bedenine meydan okudu. Küllerinden doğan bir anka gibi, imkânsızı başardı. Ayağa kalktığında yalnızca yürümüyor, aynı zamanda tüm engellerin ötesine geçen bir inancın timsaline dönüşüyordu. Yılmaz'ın hikâyesi sadece bir savaşçının direnişi değil, aynı zamanda insan ruhunun yenilmezliğinin sembolüydü. Ancak bu hikâyeyi tamamlayan bir başka kahraman daha vardı: Onun yaralarını sevgiyle saran, korkularına sabırla dokunan, her zorlukta yanında duran bir kadın. O kadın, Yılmaz'ın yaşama tutunuşunu aşkıyla güçlendirdi. Aralarındaki bağ, bedensel eksikliklerin değil, ruhsal bütünlüğün gerçek tanımı oldu. Birlikte verdikleri mücadele, sadece kişisel bir direniş değil; inancın, sevginin ve azmin birleştiğinde neleri başarabileceğinin kanıtıydı. Yılmaz ve eşinin hikâyesi, 'pes etmek' kelimesinin anlamını silip yerine 'yeniden doğmak' kavramını yazdı. Onlar, bir milletin kalbinde cesaretin ve umudun adını yeniden yazdılar. Bugün Yılmaz Yiğit'in adı, sadece bir gaziyi değil; kararlılığın, vatan sevgisinin ve insan ruhunun sarsılmaz gücünü simgeliyor. Onun yaşamı, bir kitap sayfalarına sığmayacak kadar derin bir ders veriyor: Gerçek zafer, düşmemekte değil; düştükten sonra yeniden ayağa kalkabilmektir.

İçimde Bir Serçe

Hatice Altunay

Eğitimci, şair ve yazar Hatice Altunay'ın Kültürkent Kuledibi Yayınları'ndan okurlarıyla buluşturduğu 'İçimde Bir Serçe' kitabını okuyunca, yazarın iç dünyasına yolculuk yapıyorsunuz. Altunay, ömrün sevgi ile geçtiğini inanlardan: İçimizde çırpınan tüm serçeler adına yazılmış bu kitap:

Zaman, bazen en güzel sandığımız yılları bile yavaşça eskitir. Bir bakarsın, bir döneme 'güzel' denmiş ama o güzelliğin içinde sessizce ağlayan bir yanın vardır. Çünkü bazı güzellikler, sadece dışarıdan öyle görünür; içimizde ise tutsak kalmış bir serçe, nefes almak için çırpınır durur. O serçe, belki bir çocukluk anısından, belki yarım kalmış bir sevgiden, belki de söyleyemediğimiz bir 'keşke'den doğar. Her çırpınışı, kalbin derinliklerinde yankılanan bir sesti. Yıllarca susturulmuş, bastırılmış, unutulmak istenmiş ama hiçbir zaman tamamen ölememiştir. Çünkü insan, ne kadar kaçarsa kaçsın, kendi içindeki sesi asla susturamaz. Yıllar geçtikçe o serçenin sesi kısılır, ama bir gün —hiç ummadığın bir anda— geçmişin kapısı aralanır. Işığa alışkın olmayan gözlerin kamaşır. Bir ışık süzmesi girer içeriye; kör edici ama bir o kadar da gerçektir. O an fark edersin ki, bastırdığın tüm duygular, unuttuğunu sandığın o serçe hâlâ oradadır. Ne kadar sustursan da, yaşamayı sürdürmüştür. Sözler o anda anlamını yitirir. Çünkü bazı duygular, kelimelerin taşıyamayacağı kadar ağırdır. İnsan konuşmak ister ama dilini geçmişin düğümleri bağlar. Sadece sessizlik kalır geriye: O sessizlikte, kalbinin atışını, içindeki o serçenin çırpınışını duyarsın. Ve belki o an anlarsın: Güzellik, başkalarının 'güzel' dediği şeylerde değil; kendi içindeki serçeyi özgür bırakabildiğin anlarda saklıdır. Gerçek güzellik, bastırılmış duyguların gün yüzüne çıkmasıyla, insanın kendiyle yüzleşmesinde doğar. Hayat, bizi sürekli yakalamak isteyen bir zamana karşı koşu gibidir. Ama bazen durmak gerekir. Durup içimizdeki o serçeye kulak vermek: Çünkü ne kadar uzaklaşsak da, huzur aslında hep o küçük çırpınışın içinde gizlidir.

Dünya edebiyatının unutulmaz eserleri

Fareler ve İnsanlar

John Steinbeck

John Steinbeck'in Fareler ve İnsanlar adlı eseri, insanın umutla kurduğu düşlerin çoğu zaman hayatın acımasız gerçekleriyle nasıl çarpıştığının romanıdır. Ancak bu eser, sadece iki mevsimlik işçinin hikâyesi değildir; aynı zamanda insan olmanın, dost olmanın, hayal kurmanın ve sonunda kaybetmenin trajik bir yankısıdır. George ve Lennie: Biri aklın, diğeri yüreğin simgesi gibidir. George, hayatın yükünü omuzlarında taşırken aklıyla var olmaya çalışan bir adamdır; Lennie ise saf bir çocuğun ruhunu, bir devin bedeninde barındırır. Aralarındaki dostluk, dünyanın tüm bencilliğine meydan okuyan bir bağdır. Bu dostluk, belki de insanoğlunun içinde kaybolduğu yalnızlığa verilmiş en samimi cevaptır. Steinbeck'in ustalığı, bu dramatik hikâyeyi yalnızca bireysel bir trajediye indirgememesindedir. O, Amerikan rüyasının gölgesinde ezilen insanların dünyasını anlatır. Toplum, güçsüzü dışlar, farklı olanı ötekileştirir. Lennie'nin saf gücü, onun en büyük düşmanı hâline gelir. Böylece roman, insanın insana karşı olan acımasızlığını ve sistemin duygusuz çarklarını görünür kılar. Ama tüm bu karanlığın ortasında, bir ışık vardır: dostluk. George'un Lennie'ye olan sevgisi, bencil bir dünyada hâlâ iyiliğin mümkün olduğunu gösterir. Fakat Steinbeck'in gerçeği serttir: Hayat, iyiliğe her zaman yer açmaz. Ve bazen sevgi, korumak için öldürmeyi bile gerektirebilir. Fareler ve İnsanlar, sadece bir roman değil, insanın kendi çaresizliğiyle yüzleştiği bir aynadır. George ve Lennie'nin hikâyesi, her dönemde yeniden okunur çünkü her çağda insanlar hâlâ aynı rüyayı görür: Bir gün kendi toprağında, kendi emeğiyle, onurlu bir şekilde yaşamak: Ve her çağda aynı gerçekle uyanırız: Hayat, bazen en saf hayalleri bile ellerimizden çekip alır.

Notre Dame'ın Kamburu

Victor Hugo

Fransız edebiyatının devlerinden biri olan Victor Hugo, yalnızca bir yazar değil; aynı zamanda çağının tanığı, vicdanı ve değişim arayışının sesi olarak tarihe geçti. Onun kalemi, hem kelimenin estetiğini hem de insanın trajedisini aynı potada eritebilen ender kalemlerden biriydi. Şiirle başlayan sanat yolculuğu, tiyatroyla olgunlaştı, romanla ise ölümsüzleşti.

Hugo, Romantik akımın en güçlü temsilcilerinden biri olarak duygunun, özgürlüğün ve bireyselliğin sözcüsüydü. Hugo için sanat, toplumu yüceltmenin ve insanı anlamanın aracıdır.

1831'de yayımlanan Notre Dame'ın Kamburu (Notre-Dame de Paris), yalnızca bir aşk hikâyesi değildir. Bu roman, insanın dış görünüşüyle değil, iç dünyasıyla yargılanması gerektiğini anlatan evrensel bir çığlıktır. Quasimodo'nun yalnızlığı, toplumun ötekileştirdiği tüm ruhların sembolüne dönüşür. Hugo, katedrali bir taş yapı olarak değil, insanlığın geçmişine kazınmış bir hafıza olarak anlatır. Bu eserle birlikte 'insanlık' kavramını estetikten ahlaka taşıyan bir yazar olur.

1859'da sürgün cezası kalkmasına rağmen Hugo, imparatorluk yıkılana dek gönüllü olarak geri dönmedi. Çünkü onun için sürgün, bir cezadan çok, onurlu bir sessizlikti. 1870'te Fransa'ya döndüğünde halk onu bir kahraman gibi karşıladı. Artık yalnızca bir edebiyatçı değil, Fransız ulusunun ruhunu temsil eden bir simge haline gelmişti. Paris Komünü döneminde şiddeti onaylamasa da ezilenlerin yanında durarak, 'anlamak' ile 'yargılamak' arasındaki ince çizgiyi en doğru biçimde temsil etti.

Victor Hugo'nun eserleri, insana dair her çelişkiyi, her umudu ve her yarayı içinde taşır. Onun yazdıkları, yalnızca 19. yüzyılın değil, insanlığın evrensel sorunlarını yansıtır: yoksulluk, adalet, özgürlük ve sevgi. Victor Hugo, hayatı boyunca bir yazar değil, bir vicdan adamı olarak yaşadı. Onun kalemi, adaletsizliğe karşı bir meşale, insanlık içinse bir dua gibiydi. Ve o meşale, bugün hâlâ yanmaya devam ediyor.

Biraz da gülelim

Mafya babası yeni

bir tetikçi bulur

Mafya babası haraçlarını toplaması için yeni bir tetikçi bulur. Seçtiği adam sağır ve dilsizdir. Çünkü baba, bu tetikçi yakalanırsa polise fazla bir şey anlatması mümkün olamaz diye düşünmektedir.

Baba, bir gün ödemelerin geciktiğini fark eder ve tetikçiyi odasına aldırtır, bir de işaret dilini bilen tercüman bulurlar. Tercüman Rizeli bir arkadaşımızdır:

'Para nerede?'

Sağır dilsiz işaretle yanıt verir:

'Ne parası? Benim paradan maradan haberim yok. Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.'

Tercüman tercüme eder:

'Neden bahsettiğunuzi anlamayimiş'

Baba 38'liği koltuk altından çekip sağır dilsizin beynine dayar:

'Şimdi sor bakalım, para nerede.'

Tercüman işaretle sordu:

'Para neriyedu?'

Sağır-dilsiz kan ter içinde, işaretle yanıt verir:

'Şehir merkezindeki parkta, büyük heykelin olduğu kapıdan girince soldan 3. ağacın kovuğunda iki yüz bin dolar var.'

'Ne söyledi?' diye sorar baba.

Bizim tercüman yanıtlar:

'Dedi ki, hala neden bahsettuğunuzi anlamayimiş, ayrica o tetiği çekmek da biraz yürek istermiş.' Anılarda Fıkralarda Rize - Kenan Öncüler

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati